TURNALAR


Uçup gittin buralardan, canımın canı neredesin
Uçup gittin buralardan, gözümün nuru neredesin
Gittiğin yol çok mu uzak, dönülmeyen yerde misin

Bulutlar yoldaşın olsun, Allah’ım seni korusun
Yolun açık aydın olsun, turnalara tutunda gel…

Hepimiz bu türküyü çok iyi biliriz değil mi? Bazen kendi kendimize kaldığımızda mırıldandığımız, bazen de yolculuk yaparken aracın radyosundan usul usul çalan bir türküdür Turnalar…

İşte masmavi bir gökyüzünün merhametinde, güneşin devasa parıltıları eşliğinde göç eden, türkülere konu olan, özlemleri, hüzünleri, sevinçleri diyar diyar gezdiren bir turnayım ben. Her birimizin göç kodları genlerimizde saklı.  Etrafımızdaki turnaları da izleyerek tecrübe sahibi olduğumuz muhakkak. Bizler yılın belli mevsimlerinde doğduğumuz ve büyüdüğümüz diyarlara göç ederiz. 

Ben bugünlerde o muazzam göç yolculukların birindeyim. Ilık bir memleketin yüreğini okşayan esintiler içinde enfes bir manzaraya sahibim. Toroslardan akan suyun serinliğinde, ardıç ve söğütlerin yanı başında yumurta olarak bırakılmışım. Ama ne yumurta!  Teknik ve estetik bakımdan saray niteliği taşıyan küçük bir dünyada bir misafirim aslında. Açık büfe niteliğindeki vitellus kesesi sayesinde beslenmemi sağlarken, artık madde ve moleküllerim kanallar ve kan damarları yardımıyla artık depolarda (allontoyis) biriktiriliyordu. Bu artıkların bana zararı yoktu zira müthiş bir filtrasyon ve arıtma ile depolanıyor ve saklanıyorlardı. Mitoz bölünmeler, hücre göçleri ve yıkımları, embriyo tabakalarının etkinleşip farklılaşması (embriyonik indüksyon) sayesinde büyümeye başladım. Embriyomun etrafını saran özel kese (amniyon) içindeki sıvı ve zar beni her türlü sarsıntı ve mekanik etkilerden koruyordu. Yumurta içindeki tüm bu yapıların etrafı ayrıca bir koruyucu (koryon) zarla sarılmıştır. Yumurta akı ve beyazını saran bu yapı etrafında siz insanlarında görebildiği kalsiyum karbonattan yapılmış ve sert olan kabuk dışarıdan gelebilecek bazı zararlardan koruyacak şekilde oluşturulmuş. Ayrıca kabuk üzerinde milyonlarca hava gözeneği vardır. Bu gözenekler sayesinde gaz alışverişi yaparak yaşamamızda kolaylaşıyordu. İlerleyen zamanlarda organlarımda oluşmaya başladı. O zamanlar dışarıdan gelen sesleri de duyabiliyordum. Annemin ve babamın seslerini duyuyor ve onları çok merak ediyordum. Kuluçka süresi olarak nitelendirilen bu süreç yaklaşık bir ay sürdü. Muhteşem bir bahar günün ilk saatlerinde içinde bulunduğum duvarlar çatlamaya başladı. Rengarenk ışığın süzüntüsüyle gözlerim kamaşmaya başlamıştı bile. Çevremde ise büyük aşk ve heyecanla uçuşan, ötüşleriyle adeta varlığımı kutlayan anne ve babamı ilk defa görüyordum. Bu muhteşem yaratılış olayları ile varlığa uyanmak, hayatın tadına varmak gerçekten büyük bir lezzet... Tatlı günler hızla geçiyordu. Ebeveynlerimle beraber masmavi gökyüzünde süzülüyor ve yeryüzünün güzellikleri karşısında hayret ediyordum. Değişik böceklerden, tohum ve meyvelerden besleniyor, yaylanın şifalı otlarının tadına bakıyordum. Yeryüzü rengârenk, değişik tat ve kokularla müzeyyen bir gıda fabrikası gibiydi. Susadığımda ise etrafımızdaki soğuk derelerden birine gidiyor kana kana su içiyordum. Bazen kendimi suyun yansımalarında seyrediyordum. Gözlerimin ardından yüzüm boyunca uzanan beyaz çizgiler, ince uzun boyun ve ayaklar. Ayrıca geniş kanatlarımla da arzı endam ediyordum.

Havalar soğumaya başladı. Artık göç vaktiymiş. Başka diyarlarda da bu güzellikler varmış ve tekrar bir yıl sonra buralara geri gelecekmişiz. Gece dinlenerek geçirdikten sonra sabah erkenden büyük göç yolculuğuna başladık. Tüm yaylalardan su kenarları ve çalılıklardan süzülen turnalarla V şeklinde bir düzen oluşturarak uçmaya başladık. Kısa sürede gökyüzünün binlerce metre yükseğine ulaşarak yaşadığımız yaylaları ve sıra sıra dağları geçerek yol aldık. Arkadaşlarım ve ailem ile birlikte bulutlar arasında süzüle süzüle yol alıyorduk. Bu uzun göç olaylarında, grup liderliği prensibiyle hareket ederek daha verimli ve uzun bir yolculuk yaparız. Sürü lideri büyüğümüz yorulunca biraz arkaya çekilir. Yeni ve daha dingin bir bireyimiz öne geçerek liderlik yapar.  Bu grup liderliği değişimleri ile dağlar, denizler ve ovaları geçerek hedefimize ulaşırız. Doğuştan bize verilen kabiliyetlerle dünyanın manyetik alanını hissettiğimizden, gideceğimiz yerleri rahatlıkla bulabiliyorduk. Beynimizde ki manyetit (Fe3O4) ve genlerimizdeki bilgi kodları gibi özelliklerle göç yollarımız daha kolay geçiyordu. Ayrıca üst gagamızdaki çıkıntı reseptörleri ve gözlerimizde açılıp kapanabilen manyetik alan algılayıcı katman, tüm göç yollarımızda seyahatimizi kolaylaştıran navigasyon aracı gibidir. Bu teknoloji bazı avcı uçakları ve arabaların üretiminde kullanılan ön camın içine yerleştirilmiş HUD (head-up display) sistemine benzetilebilir. Bu sayede yol güzergâhı ile ilgili önemli bilgiler ekrana yansıyarak seyahatler kolaylaşabiliyor ve dünyanın manyetik alanı bilgileri bilgisayarlı ekranda görünüyordu.  Binlerce metre yükseklikte kulaklarımızdaki bazı moleküller hava basıncını dengeleyebilecek tarzda var edildiğinden rahatsızlık hissetmiyorduk. Buralarda oksijen de oldukça azalmıştı. Fakat akciğerlerimizdeki kılcal damar yoğunluğu, kanatlarımızda zıt yönlü akan kan sayesinde ısı ve enerji dengesinin ayarlanması hareketlerimizi kolaylaştırıyordu. Akciğerlerimizdeki çift hava keselerimizin varlığı, havayı ciğerlerimizden çekerken ve hava keselerimizin sıkıştırmasıyla iki kez kullanabilme gibi özelliklerle bu duruma da hemen uyum sağlayabiliyorduk.

Beslenmemiz sırasında özellikle depoladığımız yağların hidrojen atomları çok olduğundan hem hafif ve taşınmaları kolaydı hem de yüksek enerji verimliliği sayesinde kanatlarımız hızla çalışabiliyordu. Yağ asitlerinin çokça yıkımından oluşan metabolik sular da hücrelerimizin su ihtiyacını karşılıyordu. Göğüs kafesimizin özel koni tasarımı, boyun ve ayaklarımızın gerginliği az bir enerjiyle uzun mesafelere uçmamızı kolaylaştırıyordu.  İlk günlerde 200-300 km uçabiliyorduk. Zamanla vücut metabolizmalarımız alışınca saatte 70-80 km hızla bazı günler ise 500-600 km uçabiliyorduk. Güçsüz ve zayıf olanlarımız anne, baba ve yakınlardan oluşan gruplarla göçü arkadan da olsa takip edebiliyordu. Sizce de bunlar milyonlarca yıldan beri var olan, değişmeyen ihtiyaçlarımızı bilen, gören ve en güzel şekilde yapan bir sanatkârı icap etmiyor muydu? Biz bu sanatları görmek isteyenler için bir ayna vazifesi yapıyorduk aslında. Ekosistem de ise bizlere verilen temizlik, tohum yayma ve bazı böcekleri azaltma gibi besin zinciri faaliyetlerine katılarak, görevimizi yapmanın tadını yaşıyorduk. Vardığım yerde bende artık kendi yuvamı yapmaya koyuldum. Günler, haftalar ve aylar tatlı hatıralarla hızla akıp geçti. Bazen sevinç, bazen hüzün, bazen de hasretle zaman akıp geçiyordu.

Yine bir bahar günü ve beklenen haber geldi. Yeni bir göç başlayacaktı, dönüş için son hazırlıklar yapılmalıydı. Sabah güneşin kızıllığı, ovalarda, ırmaklarda ve yüce dağlarda pırıl pırıl parıldarken geniş bir aileden oluşan sürümüz, çoktan gökyüzünde yola revan olmuştu bile…

        

                                                                                            MÜTEFENNİN

 

Yıllar önce konuyu araştırmama ilham kaynağı olan biyoloji öğretmenime teşekkürlerimi sunarım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Yorumlar