Okyanusun en derinliklerinde, varlığını
sessiz sedasız bir şekilde sürdüren azot atomuyum ben. Bazen o deniz sularının uçsuz
bucaksız derinliklerinde bazen dağların en zirvesinde bazen de atmosferin dalga
dalga seyrinde dolaşıp dururum. Ben güneş ışığının bile ulaşamadığı o karanlık suların
derinliklerinde yaşayan tek hücreli canlıların vücudunda, omurgasız deniz
kabuklularında ve birçok balık türünde bulunmakla birlikte serin sularda da
bulanarak besin zincirinde görev almaktayım. Ekolojik dengede benim varlığımın
ve bu canlılarda ki seyahatimin binlerce hikmetleri vardır. Özellikle
fotosentezin yapılamadığı bu karanlık ortamlarda kemosentez yoluyla besin
üreten canlılarda ayrı bir önem arz etmekteyim. Denizlerden karaya, oradan
atmosfere ihtiyaçlar doğrultusunda yolculuğum sürekli devam edip durmaktadır.
Karanlık
suların en dibinde dolaşırken bir anda karşıma bir balık çıkarak nitrit tuz
bileşiği halinde beni yutuyor. Balığın kan dolaşımına katılarak hücreler arası
sıvı halinde ozmatik dengede görev alıyorum. Balıkta dokular arası iyon- su
dengesini sağladıktan sonra balığın solungaçlarından tekrar deniz suyuna geri
bırakılıyorum. Bulunduğum şimdi ki yer insanoğlu için çok karanlık ve oldukça
da serin bir yer. Böyle bir ortamdan deniz canlıların daha çok olduğu bölgeye
doğru akıntıyla yolculuğum devam ediyor. O da ne? Kemosentez yapabilen bir bakteri hücresi
reseptörleriyle bana dokunuyor. Zar denilen ve seçici geçirgen bir özelliğe
sahip olan bir yapıdan organizmanın dünyasına giriş yapıyorum. Kemosentez
sonucu ürettiği oksijen ile tepkimeye girerek (oksitlenme) yeni bir kimlik
kazanıyorum.
Kemosentez sonucu hem oksijen hem de yan
ürünler oluşur. Oksitlenme reaksiyonları ile hücrenin kullanabileceği ATP
molekülünün oluşumu sağlanır. Böylelikle canlı kendisi için gerekli besini üretmeye
başlar. Işığın kullanılmadığı bu kemosentez reaksiyonları ile canlının
sitoplazmasında bir fabrika misali çalışarak aminoasit, glikoz, yağ asiti ve
vitamin gibi besinler üretilmektedir.
Yıllardan
beri var olan canlılık ve ekosistemin uyumlu bir şekilde çalışabilmesi için
karbon, oksijen hidrojen ve azot olarak benim varlığımız çok önemlidir.
Fotosenteze mukabil olarak kullanılan kemosentez reaksiyonları ışığın olmadığı
yerlerde üretici olan prokaryotlar için bir besin finanse eden kaynaktır. Her
ne kadar benim azotlu bileşiklerim önemli olsa da demir, hidrojen, hidrojen
sülfür gibi moleküllere de ihtiyaç vardır. Okyanusların en ücra ve karanlık
serin sularında, gözlerden ırak bu diyarlarda, bu olaylar o kadar planlı ve
düzenli işliyor ki hiçbir şeyin başıboş olmadığı anlaşılıyor. Her canlının
rızkı anında hazır ve umulmadık bir şekilde ve hatta ihtiyaca göre
gönderiliyor.
Dakikalar sonra bir başka
balık türü, içinde yaşadığım bakteriyle birlikte beni yutarak hızla okyanus
akıntılarına karışıyor. Balığın kan dolaşımına katılarak pullarındaki hücrelere
aktarılıyorum ve reaksiyonlarda kullanılmaya başlıyorum. Akıntılar bizi yüzeye
doğru yaklaştırıyor. Güneş ışınları ve bol oksijenli havanın tadını
çıkarıyoruz. Yosun kokuları ve martı sesleri karaya yakınlaştığımızın
işaretleri oluyor. Bu sırada oksijenli solunum reaksiyonlarında kullanılarak,
zehirli bir boşaltım artığı olan amonyak yapısına katılarak suya bırakılıyorum.
Okyanusta
keşif yapan nitrosomanos bakterilerinin oksitlemesi ile yeniden nitrit
tuzlarına dönüşmemiz kısa sürüyor. Kıyı boyunca uzanan deniz yosunları iştahlı
bir şekilde nitrit tuzu şeklinde beni içine alıp misafirperverliğini gösteriyor.
Günlerce güneş ve güzel sahillerin tadını çıkarıyoruz. Her fani gibi bize
konaklık yapan yosun hücrelerinin ölümü ve kumsala atılımı ile sıcak kumların
arasında günlerce bekliyoruz. Bu sefer de kumsalın kâşiflerinden denitrifikasyon(azot
bırakıcı) bakterilerin bizi bulup ayrıştırması sonucu yeniden serbest azot
haline getiriliyorum. Hafif bir balon gibi yerçekimine rağmen pırıl pırıl
gökyüzü atmosferine doğru difüzyonla süzülüyorum. Atmosferin değişik yerlerinde
ziyaretlerimiz ve vazifelerimiz sona erince, yeniden yolculuğumuz yeryüzüne
devam ediyor.
Atmosferde
% 78 olsak da canlıların çoğu bizi doğrudan alıp kullanamaz. Vakti gelince
şimşek ve yağmurlarla, siyano bakterilerle ya da baklagillerin kök
nodüllerindeki rizobium bakterileri ile tutularak yeryüzüne tekrar dönüş
yaparız. Bu olaylar atmosferdeki azotun bağlanarak canlılar tarafından
kullanılması için çok önemlidir. Bu dönüş sırasında yoğun nitrik asit
yağmurları için her şey müsaitken geniş bir rahmet tecellisi olarak
baklagillerin kökünde ve toprakta yaşayan bazı mikroorganizmalar havadaki
fazlalıklarımızı bağlayarak çekerler. Böylece yoğun asit yağmurlarından
ekosistem korunmuş olur. Azot bağlayıcı
rizobium bakterileri fasulye, nohut gibi baklagillerin köklerinde azotlu
tuzların oluşumu ve bu minerallerin bitkilere sunulmasında görev alırlar. Bu
fedakârlıklarına karşılık baklagiller de besin vererek güzel bir yardımlaşma
örneği sergilerler.
Azot
moleküllerim baklagiller ve diğer bitkilerde fotosentez metabolizmalarında
işletilerek amino asit, nükleotid bazları ve vitamin gibi enfes gıdalara
dönüştürülür. Bu döngü biz var
olduğumuzdan bu yana ahenkle devam etmektedir. Nice güzel yolculuklara…
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkür ederim.